- Ey kardeş! Geçmiş zamanlarda bir şehirli ile bir köylü tanışmışlardı.
 - Köylü şehre gelince, o tanıştığı şehirlinin sokağına çadır kurar, ondan hiç ayrılmazdı.
 - İki üç ay o şehirlini misâfiri olur, onun dükkânında, sofrasında otururdu.
 - Köylünün neye ihtiyacı varsa, şehirli bedâva olarak onu yerine getirirdi.
 - Köylü bir gün yüzünü şehirliye çevirdi de “Ey efendim!” dedi. “Sen hiç köye gelmez misin? Seyre seyrana çıkmaz mısın?
 - Allah aşkına, bütün çocuklarını getir. Şimdi tam gül mevsimi; ilkbahar.
 - Yâhut meyve zamanı gel ki, sana ikramlarda bulunayım, hizmet edeyim. 
 - Soyunu sopunu, çoluğunu çocuğunu getir de, köyümüzde üç dört ay kal!
 
 Bahara mevsiminde köy pek hoş olur; çayır çimen kesilir; gönüller alan, gözler okşayan lâleler açılır, saçılır.” - Şehirli onun bu ısrarlı dâvetinden kurtulmak için; “Geleceğim” diye söz verdi. Bu sözün üstünden sekiz yıl geçti.
 - Köylü her sene şehre gelip misâfir olduğu zaman “Ne zaman geleceksin? Nerede ise kış geldi çattı?” derdi.
 - Şehirli de “Bu yıl bize filân yerden misâfirler geldi” diye bahâneler bulurdu.“Gelecek sene mühim işlerden yakamı kurtarırsam, sizin tarafa koşup gelmek istiyorum” derdi.
 
   - Köylü; “Çoluğum çocuğum, senin çoluğunu çocuğunu bekliyor, ey kerem sahibi! diye karşılık verirdi.
 - Köylü; her yıl leylek gibi gelir, şehirlinin damına konardı.
 - Ev sahibi şehirli, her sene altınından ve malından misâfiri için harcar ve onun üstüne sanki kol kanat gererdi.
 - Nihâyet son defada o cömertlik pehlivanı şehirli, tam üç ay köylünün önüne sabah akşam sofra kurdu, yedirdi, içirdi.
 - Köylü, gördüğü ikramlardan utandığı için şehirliye: “Ne zaman sözünde duracaksın? Hani bana gelecek, misâfirim olacaktın? Hep beni aldatıyorsun” dedi.
 - Şehirli de; “Canım da bedenim de sana gelmek, seninle buluşmak istiyor, istiyor ama, her şey ilâhî takdire bağlı. O bizi eviriyor çeviriyor, benim elimde bir şey yok ki!” dedi.
 - “İnsan yelkenli gemiye benzer. Rüzgârı estiren Allah; gemiyi ne zaman, ne tarafa sürecek bilinmez ki!”
 - Köylü yine şehirliye yeminler ederek; “Ey kerem sahibi! Çocuklarını al gel de, ikram gör!” diyerek
 - Onun elini tuttu da; “Allah için olsun, Allah için olsun, Allah için olsun, gayret et de çabuk gel!” diye üç kere yemin etti.
 - Aradan on yıl geçti. Her yıl köylü bu çeşit yalvarışlarla, tatlı vaatlerde bulundu.
 - Şehirlini çocukları dediler ki; “Baba! Ay da yolculuk eder, bulut da, gölge de yolculuk eder.
 - Köylüye bir çok hakkın geçti. Onun için nice zahmetlere katlandın, masraflara girdin, sıkıntı çektin.
 - O istiyor ki, sen de ona misâfir olasın. Böylece o da, haklarının bir kısmını ödesin.
 - Bize; “’babanızı kandırın da köye getirin’ diye gizlice ricâda bulundu” dediler.
 - Şehirli dedi ki: “Dediğiniz doğrudur fakat, ‘İyilik ettiğin kişinin şerrinden sakın!” denilmiştir.
 - Ben, dostluğumuz bozulur diye korkuyorum. Çünkü dostluk, son nefesin tohumudur. Yâni âhiret günü içindir, Allah rızası içindir.”
 - Köylü öyle yaltaklandı, öyle yalvardı yakardı ki, şehirlinin kararı elinden gitti, şaşkına döndü.
 - Köylünün üst üste haber gönderişi ve köye dâvet edişi yüzünden, şehirli gaflete düştü; onun su gibi saf olan tedbiri bulandı.
 - Bir taraftan şehirlinin çocukları neşe ile: “Baba; köye gidersek biz orada oynarız” deyip durmada idiler.
 - İhtiyatlı ve tedbirli olan şehirli; çok özürler diledi, şeytan köylüye çok bahâneler söyledi.
 - “Şimdi” dedi. “Önemli işlerim var. Eğer köye gelirsem, işlerim alt üst olur.
 - Pâdişah bana mühim ve nâzik bir iş buyurdu. Geceleri bile uyumuyor, benim bu işi başarmamı bekliyor.
 - Ben pâdişahın buyruğundan dışarı çıkamam, pâdişaha karşı yüzü kara olamam.
 - Her sabah, her akşam pâdişahın özel bir çavuşu bize geliyor, benden o işi bitirip bitirmediğimi soruyor.
 - Revâ görür müsün ki, köye geleyim de sultanımın verdiği işi bitiremediğim için bana yüzünü assın, kaşlarını çatsın, kızsın?..
 - Ondan sonra onun öfkesine nasıl dayanabilirim? Onun gözü önünden kaybolmak için, kendimi diri diri toprağa mı gömeyim?”
 - O, bu çeşit yüzlerce bahâneler uydurdu, söyledi fakat, hileler Allah’ın takdirine uygun düşmedi.
 - Allah’ın kazâsı, takdiri gözleri perdelerse, câhil bir köylü, bilgili bir şehirliyi mat eder.
 - Bu yüzdendir ki, binlerce tedbiri olduğu ve çok ihtiyatlı hareket ettiği hâlde şehirli, köylüye mat oldu ve köye olan o yolculuğunda beklenmedik âfetlere uğradı.
 - Şehirli kendi dayanma gücüne pek güveniyordu. Gerçi tedbir sebat bir dağ gibi ise de, ilâhî takdirin, kazânın yardım seli, o koca dağı sürükledi, götürdü.
 - Şehirli işe başladı. Köye gitmek için hazırlandı. İstek kuşu, köy tarafına doğru uçmaya başladı.
 - Şehirlinin hanımı ve çocukları yol hazırlıkları yapmışlar, götürülmesi gereken eşyayı azm öküzüne yüklemişlerdi.(33)
 - Çocuklar sevinerek, koşa koşa köye gidiyorlar. “Köyde yemiş yiyeceğiz, müjde!” diyorlardı.
 - Bizim maksadımız, hoş bir çayırlık çimenlik, yeşil bir köydür. Biz şehir hayatından usandık, bıktık. Orada kerem sahibi, gönüller alan yerde dostumuz var.
 - O kerem sahibi dost, binlerce özlemle bizleri çağırdı. Her hâlde bizim için o yeşil köyde ikrâm ağaçları, bağış fidanları dikilmiştir.
 - Biz; uzun süren kış mevsiminin zahîresini, azığını dostumuzdan alır şehre getiririz.
 - Belki de, cömert dostumuz bağını bahçesini de bize bağışlar ve kendi canında bize yer verir.
 - Dostlar çabuk olun da şu köyden yararlanalım!” diyorlardı. Fakat, içlerinden akıl onlara; “Pek sevinmeyin, ferahlamayın!” diyordu.
 - Şehirli ve çocukları hazırlıklarını bitirdiler, katırlara binip köye doğru sürdüler.
 - Sevinerek hayvanlarını sürüyorlar; “Gezin, yolculuk edin de, ganimetler bulun!” diyorlardı.
 - Şehirli ile çocuklarının gündüzün güneşten yüzleri yandı, geceleyin de ay ile yol bulmayı öğrendiler.
 - O zahmetli kötü yol, onlara güzel göründü. Köye gitmenin sevinci ile yol cennete dönmüştü.
 - Şehirli ve çocukları aldandılar, çıkın içinde altın var sanmışlardı da, köye doğru koşup duruyorlardı.
 - Güle oynaya, o köylünün hile dolabına doğru çark vurarak koşuyorlardı.
 - Köye doğru uçan bir kuş görseler, sabırsızlıktan elbiselerini yırtıyorlardı.
 - Köyden ve köylünün yanından gelen kimi gördülerse, onun yüzünü gözünü öpüyorlardı.
 - Ve ona; “Sen, bizim dostumuzun yüzünü görmüşsündür. Bu sebeple sen, bizim canımızın canısın; sen, bizim gözümüzsün” diyorlardı.
 - Sözü kısa kesiyorum. Köy göründü. Göründü ama, o köylünün köyü değildi. Şehirli başka bir köye saptı.
 - Bir ay kadar köyden köye koştular. Çünkü gidecekleri köyün yolunu iyi bilmiyorlardı.
 - Şehirli ve çoluk çocuğu da, o yolda eziyetler çektiler, yorgunluklara katlandılar. Karada yaşayan kuşun, suda eziyet çektiği gibi sıkıntılar çektiler.
 - Artık onlar köye de köylüye de doymuşlardı. Hattâ, usta olmadan şeker yapmaya da karınları toktu.
 - Bir ay sonra kendileri aç, hayvanları yemsiz, otsuz olarak köye ulaştılar.
 - Köylüye bak ki, niyeti bozuk olduğundan dâvetli misâfirlerine neler yaptı?
 - Bağa, bahçeye girip de bir şey yemesinler diye, gündüzün misâfirlerinden yüzünü gizledi, onlara görünmedi.
 - Misâfirler, köylünün evini sorup buldular, yakınları gibi kapıya koşuştular.
 - Evdekiler kapıyı açmadılar. Şehirli, bu kabalıktan, bu kötü davranıştan çok üzüldü, deli gibi oldu.
 - Fakat kızmanın, sert davranmanın sırası değildi. Kuyuya düşünce sert davranmanın ne faydası olur?
 - Gecenin ayazında, gündüzün güneşin yakıcı harareti altında tam beş gün, beş gece kapının önünde kaldılar.
 - Orada kalmaları gafletten ve eşeklikten değildi. Belki çaresizlikten, açlık ve susuzluk yüzündendi.
 - Şehirli, köylüyü gördükçe selâm veriyor; “Ben filânım, adım da şu!” diyordu.
 - Köylü; “Olabilir!” diyordu. “Yani belki doğru söylüyorsun ama, sen kimsin, kirli bir kimse misin, temiz bir adam mısın; ben ne bileyim?”
 - Şehirli; “Şu an kıyâmete benzedi. “Kardeş kardeşten kaçıyor” dedi.
 - Köylüye anlatıyor, diyordu ki: “Ben o kişiyim ki, sen benim soframda tıka basa yemekler yedin.
 - Filân gün sana filân şeyi satın almıştım. İki kişiyi aşan her gizli şey etrafa yayılır.
 - Aylarca bana misâfir olmaz mı idin? Sayısız ihsanlarıma, keremlerime nâil olmaz mı idin?
 - Bizim dostluğumuzun sırrını hâlk işitmiş ve öğrenmiştir. Boğaz nimet yiyince, yüzün utanması, kızarması gerekir.”
 - Köylü ise; “Saçma sapan ne söylenip duruyorsun?” diyordu. “Ben ne seni tanıyorum, ne adını biliyorum, ne de yerini.”
 - Beşinci gece hava bulutlar toplandı ve bardaktan boşanırcasına yağmur yağmaya başladı. Gök bile bu yağışa şaştı kaldı.
 - O yağmurun tesiri ile bıçak kemiğe dayanınca şehirli; “Ev sahibini çağırın!” diye kapının hâlkasını vurmaya başladı.
 - Köylü yüzlerce ısrardan sonra kapıya geldi ve; “Ey babanın canı, ne var? Ne istersin?” diye sordu.
 - Şehirli; “Ben eski haklarımdan vazgeçtim” dedi. Sana yaptığımı sandığım iyilikleri de terk ettim.
 - Ben şu beş gün içinde beş yıllık zahmet ve meşakkat çektim, Bu yakıcı sıcakta zavallı canım perişan oldu.
 - Ey sevgi güneşi batmak üzere olan dost! Sen benim kanımı bile döksen helâl edeceğim.
 - Şu yağmurlu gecede bize bir köşe ver de, kıyâmette sevap kazan, azık elde et!”
 - Köylü; “Şurada bir kulübe var. Bahçıvan orada kurtları bekler, bekçilik yapar” dedi.
 - “O koca kurt gelirse, onu vurmak için bahçıvanın elinde ok ve yay bulunmaktadır.
 - Sen de zahmete katlanır, o vazifeyi yaparsan, yâni kurda bekçilik edebilirsen, orası senin olsun. Eğer o işi yapamazsan, dilediğin yere git!”
 - Şehirli dedi ki: “Sana yüzlerce hizmet ederim. Yeter ki sen, hemen bana bir yer lütfet, o yayı ve oku da elime ver.
 - Ben uyumam, üzümleri beklerim. Eğer kurt gelirse, baş gösterirse, onu da okla vururum.
 - Ey iki gönüllü, ikiyüzlü adam! Allah rızası için, bu gece bizi yağmur altında, çamur üstünde bırakma!”
 - Köylünün bahsettiği yer boşaltılınca şehirli çoluk çocuğu ile o daracık, o kımıldanacak yeri olmayan kulübeye sığındı.
 - Oraya, sel korkusundan kaçıp bir bucağa sığınan çekirgeler gibi, âdeta birbirlerinin üstüne yığıldılar.
 - Bütün gece, hepsi de “Allah’ım!” diyorlardı. “Bu bize lâyık, bu bize lâyık, bu hâl bizim lâyığımız.
 - Bu alçaklarla dost olanlara, yâhut da insan olmayanlara iyilik edenlere, insanlık gösterenler bu hâl lâyıktır.”
 - Şehirli elinde ok ve yay olduğu hâlde, bütün gece her tarafı dolaşıyor, kurt araştırıp bekçilik ediyordu.
 - Hâlbuki asıl kurt, kıvılcım gibi ona sıçramıştı. O, kurt aramakta idi ama, asıl kurttan, yâni nefsinden haberi yoktu.
 - Bir taraftan da, o pis kulübedeki her sivrisinek ve pire, birer kurt gibi şehirliyi ve çocuklarını ısırıyordu.
 - İnatçı kurdun saldırışı korkusundan sivrisineği kovmaya fırsatsı yoktu.
 - Kurt bir zarar vermesin diye, gözetlemekten vazgeçmiyordu. Yoksa köylü, şehirlinin sakalını yolardı.
 - Böylece, hadden aşırı sıkıntı içinde, canları ağızlarına gelmiş bir hâlde beklerken, gece yarısı
 - Ansızın saldırıp gelen bir kurdun karartısı göründü.
 - Şehirli, yayını kurup bir ok attı ve hayvanı vurup düşürdü.
 - Hayvan vurulup düşerken yellendi. Köylü o sesi duyup “Eyvah!” dedi, ellerini dizlerine vurdu.
 - “Ey adam olmayan!” dedi. “Vurduğun benim eşeğimin sıpasıdır.” Şehirli: “Hayır!” dedi. “O dev gibi bir kurt.
 - Karartısına baksana! Kurt olduğu besbelli, şekli kurt olduğunu göstermekte.”
 - Köylü; “Hayır!” dedi. “Ardından çıkan yelin sesinden tanıdım. Onun yellenmesini, suyu şaraptan nasıl ayırt edersem öyle tanırım.
 - Bahçede gezen sıpamı vurup öldürdün. Dilerim, bundan sonra rahat ve neşe yüzü görmeyesin!”
 - Şehirli: “İyi bak!” dedi. “Şimdi gece! İnsan, geceleyin iyi göremez…
 - Gece, insan yanılabilir. Herkes, geceleyin gördüğünü tanıyamaz.
 - Hem gece, hem gökte bulut var, hem yağmur yağmada. Bu üç karanlık, insanı adamakıllı yanıltabilir.”
 - Köylü; “O, bana aydın gün gibi apaçık; ben sıpamın yellenmesini tanırım” dedi.
 - “Yolcunun yol azığını tanıdığı gibi, ben de sıpamın yelini o kadar iyi tanırım ki; yirmi yellenme arasında onun yellenmesini ayırt ederim.”
 - Şehirli artık dayanamadı, birdenbire fırladı, köylünün yakasını tuttu;
 - “Ey hileci ahmak!” dedi. “Sen hem esrar içmişsin, hem de afyon yutmuşsun.
 - Ey sersem adam! Üç karanlık içinde sıpanın yellenmesini tanıyorsun da, beni nasıl tanımıyorsun?
 - Gece yarısı sıpasını tanıyan, nasıl olur da on yıllık arkadaşını tanımaz, bilmez?(
 
  |