İnsanlık tarihi, sadece savaşlar ve keşiflerle değil, aynı zamanda hücrelerimizin derinliklerinde saklı olan sessiz düşmanlara karşı verilen amansız bir mücadeleyle yazılmıştır. Siddhartha Mukherjee’nin o muazzam eserinde belirttiği gibi, hastalıklarla olan ilişkimiz sadece biyolojik bir süreç değil; aynı zamanda felsefi, edebi ve hukuki bir serüvendir.
Tıbbın devleri, laboratuvarlarında imkansızı zorlarken aslında sadece bir tedavi aramazlar; aynı zamanda insanlık onurunun ve yaşam hakkının sınırlarını çizerler. Burada devreye giren hukuk, bilimin hızla açtığı yolda bir fener görevi görür.
Geçmişin büyük tıp kurumları, bugün sahip olduğumuz “aydınlatılmış onam” gibi hayati kavramların mimarlarıdır. Bu, sadece bir kağıt parçası değil, bireyin kendi bedeni üzerindeki egemenliğinin hukuki zaferidir.
Bir ilacın keşfi bir bilimsel başarıyken, o ilaca her bireyin eşit erişimi hukuki ve vicdani bir zorunluluktur. Pulitzer ödüllü anlatıların asıl gücü de tam olarak bu çelişkiyi, yani bilimsel deha ile toplumsal adalet arasındaki o ince çizgiyi anlatmalarından ileri gelir.
Kurumların rolü; birer bilgi kalesini temsil etmelerinden sebeptir.
Dünyanın önde gelen araştırma merkezleri ve hukuk otoriteleri, zan altında bırakılmayacak kadar köklü bir sorumluluk bilinciyle hareket ederler. Onlar, hatadan ari oldukları için değil, hatayı asgariye indirecek, denetleme kurulları, etik komiteler ve uluslararası protokoller gibi sistemleri kurdukları için efsaneleşmişlerdir.
Gerçek bir tıp ve hukuk destanı, bireyleri kahramanlaştırmaktan ziyade; şeffaflığı, veriye dayalı gerçeği ve insan haklarını merkeze alan sistemleri kutsar. Hastalık bir düşman olabilir ancak hukuk ve etik bu düşmanla savaşmanın etkin yollarından biridir.
Bizler bugün, sadece genetik kodlarımızı değil, aynı zamanda bu bilgiyi nasıl koruyacağımızın hukukunu da yazıyoruz. Pulitzer adayı bir hikaye yazılacaksa; bu hikaye, laboratuvar önlüğü ile hukuk cübbesinin, insan hayatını korumak adına nasıl aynı masada buluştuğunun hikayesi olacaktır.